Eğil dağlar eğil, üstünden aşam, Yeni talim çıkmış, varam alışam
ŞABAN KUMCU
Yahya Kemal Beyatlı, Eğil Dağlar Kitabı’nda işgal yılarının (mütareke) başlangıcında (1918-1922) milletimizin ruhunda yoğunlaşan derin ızdırap, elem ve endişeleri şu mısralarla anlatır
Ölenler öldü kalanlarla muzdarip kaldık,
Vatanda hor görülen bir topluluğuz artık.
………………..
Kalanlar ortada, genç, ihtiyar, kadın, erkek,
Harap olup yaşıyor tali’ in (bahtının) azabıyla,
Vatanda düşman seyretmek ızdırabıyla…
Fransız okullarında çocuklara, şair Alfred de Vigny’nin “Kurdun Ölümü” adlı meşhur bir şiiri okutulur. Bu şiiri dinlerken çocukların gözleri dolar, gönüllerinde saf bir dağ rüzgârı eser. Düşüncelerini hürriyet ve istiklal sevdası alırdı.
Şair, bir gün dostları ve birçok asilzadeyle birlikte dağlarda kurt avına çıkar. Vakit gece, ortalık ıssız, gökyüzünde sadece bir ay aydınlığı vardır. Ufuklara kadar dayanan siyah ormanlar ve gökyüzünde, alevlenmiş gibi yanan ayın üzerinden bulutlar geçmektedir. Gecenin böyle tenha bir saatinde avcılar, birbiri ardından tüfekleri tetikte yürürler. Bir aralık, kurt avlarında en tecrübeli olan avcılardan biri eğilir ve yerde taze tırnak izleri görür. Bu izler, oradan biraz evvel geçmiş iki kurtla, iki yavrunun izleridir. Bu sırada, bütün avcılar tüfeklerini ve tüfeklerinin beyaz pırıltılarını saklayıp, bıçaklarını hazırlarlar. Ağaç dallarını ayırarak adım adım yürürlerken, üç avcı birdenbire durur. Şair Vigny, karşısında; etrafa alev saçan iki gözü farkeder. Kurt!.
Biraz ötede de gölgeleri dansa benzeyen bir kımıldanışla kımıldanan ve sessiz sessiz oynayan yavrularını görür. Yavru olmakla beraber bir kurt içgüdüsüyle bilirler ki; düşmanları olan insanoğlu birkaç adım yakında ve pusudadır. Kurdun dişisi, bu tehlike karşısında, bir zamanlar Roma’nın kurucuları Remus ve Romulus’ü emziren, Romalıların taptığı heykel gibi donmuş ve hareketsiz bir şekilde durmaktadır… Erkek kurt anlar ki bütün yollar kapalıdır. Geri dönüşü, kurtuluşu yoktur. Ön ayaklarının tırnaklarıyla kumluğa saplanarak çömelir. Üzerine atılan köpeklerin en korkusuzunu, en saldırganını seçer ve o köpeğin gırtlağına bütün gücüyle dişlerini geçirir. Avcılar, aralıksız erkek kurdun üzerine ateş ederler, bıçaklarıyla da böğrünü delik deşik etmişlerdir. Lakin kurt, demir gibi çene kemikleriyle köpeği bırakmaz, nihayet o köpeği gebertir
Avcılar tüfekleri tetikte, kurdun etrafını sararlar; kabzasına kadar etine saplı duran bıçaklardan aldığı ölümcül darbelerle kanlar içinde çömelmiş, ağzından akan kanları diliyle yalayan kurt; avcılara son bir defa bakar. Nasıl öldürüldüğünü bilmeye bile tenezzül etmeden, iri gözlerini kapatır, hiç ses çıkarmadan ölür. Şair Vigny, bu maceradan sonra başını tüfeğinin namlusuna dayar, dişi kurtla yavrularının peşinden koşmaya karar veremez… Der ki; eğer bu iki yavru olmasaydı o güzel ve kederli dişi kurt, erkeğini bu büyük imtihan karşısında yalnız bırakmazdı…! Fakat bir vazifesi vardır. O iki yavruyu dağlara kaçırmak, onlara orada açlığa tahammül etmeyi, şehirlerde bir lokma ekmeğe, bir yatacak yere karşılık, insanın önünde av avlayan zelil hayvanların, insanla yaptığı anlaşmaya hiçbir zaman dahil olmamayı öğretmektir…
Şair Vigny, hikayesinin bu noktasında kalmaz ve felsefesinin cezbesiyle şiirini şöyle bitirir ve sorar…? “Hayattan ve bütün ızdıraplardan nasıl vazgeçilir? Ey ulvi hayvanlar bunu yalnız siz biliyorsunuz! Yer yüzünde ne olduğumuzu, arkamızda neler bıraktığımızı, bir kere iyice hesap ettikten sonra anlaşılır ki ulvi olan ancak sukuttur, bundan gayrısı zayıflıktır, acizliktir. Şair, kurdun o son bakışında, ne demek istediğini şöyle anlatır: “Asil hayvan, o son bakışıyla demek istiyor ki; inlemek, ağlamak, yalvarmak, hepsi zillettir. Kaderinin seni sevkettiği yolda uzun ve ağır vazifeni dişini sıkarak yerine getir. Sonra da benim gibi hiç ses çıkarmadan ızdırap çek ve öl!”
Bu kurt hikayesi, bizim işgal yıllarımızdaki durumumuza benzer. İşin en hazin tarafı; ilk işgal günlerinde vatanda gezinen düşmanlar, bizim yıllar yılı, dünyanın en medeni milletleri sanıp, medeniyetlerine ve insanlıklarına hayran çağlar yaşadığımız, Birinci Dünya Savaşı’nın galip milletleridir. Şimdi bizim vatanımızda sanki burada bir Türk milleti yokmuş gibi davranıyor; bize kendi vatanımızda avuç içi kadar bir toprağı bile çok görüyorlardı. Parçalanmış bir vatanda en büyük hisseye sahip olmak ihtirasıyla canavar kesiliyorlardı. Bu da yetmiyormuş gibi, Anadolu’ya medeniyet götürme vazifesini, korkunç bir aldanışla, Yunanlılara veriyor, Türk vatanını adeta canavarlara çiğnetiyorlardı. Yahya Kemal, bu felaketi yaşayan Mehmet Akif’le aynı duyguları paylaşır.
“Medeniyyet! dediğin tek dişi kalmış canavar!...”
Şehitlerimiz arkalarında eşlerini ve çocuklarını bıraktılar. Erkeğini böyle birdenbire kaybeden Türk ailesi, işgal günlerinin ağır şartları altında, yoklukların, acıların, ızdırapların içinde kalmıştı. Ah anne Anadolu! Ne kanlı ve ne büyük nasibin varmış! O erkek kurt dağılan ordumuzdur. Dişi kurt, anne Anadolu’dur. O kurdun yavruları, Çanakkale’nin, Dumlupınar’ın, Sakarya’nın çocuklarıdır ki, annelerinden aldıkları dersi tekrar ediyorlar.
“Hakkıdır hakka tapan milletimin İstiklal!”
“Daldıkları yine rüyadır ve yine uyanacaklar!” Ankara’nın kaza ve kader gibi kudretli bir nasibi vardır. Beş asır önce Türk devleti orada, Tümurlenk’in acımasız bir darbesiyle dağılmıştı. Yıldırım Bayezid’in Timur’a açtığı savaşı kibir, cinnet, siyasetsizlik olarak kabul eden tarihçilerin sayısı çoğunluktadır. Hür düşüncenin başladığı son asrın Osmanlı tarihçileri de bu fikirdedir. O devrin önemli belgelerinin tamamını incelemeden, siyaseti hakkında hüküm vermek, bu asrın tarih anlayışına uymaz. Yıldırım Bayezid gibi bir büyük padişahımızın, Timur’a açtığı o savaş, manasız, menfaatsiz, gayesiz bir savaşmış gibi görünür. Niğbolu kahramanı bizi Ankara’nın önüne götürüp boş yere darmadağın ettirmiş. Kılıç kuvvetiyle birleştirdiğimiz Anadolu Türkleri henüz eski beylerini unutamamış. Bu beyler milli birlikten zevk almaktan ziyade, eski beyliklerine hasret çektikleri için Timur tarafından kandırılmış. Yıldırım’ın güvendiği Kara Tatarlar, Ankara’daki diğer tatarlar ve bizim Türklerimiz, Timur’un yanında eski beylerini görünce çil yavrusu gibi dağılıvermişler!…
Padişahın kapu halkıyla, bize bağlı Sırplar ortada kuşatılmış. Padişah esir edilmiş, şehzadeler firar etmiş, şehir şehir bütün Anadolu Türkleri ölümün her cilvesine maruz kalmış. Bir asırdan fazla bir süredir bir himmetle derlenip toparlanan o koca devlet lime lime edilmiş. O güzel Türk birliği bir günde bir efsane oluvermiş! … İşte Ankara Savaşı ve beş asır önce kaderin böyle bir cilvesine maruz kalmış Ankara…
Fakat, sonra tekrar bir dirilişimiz var. Bir diriliş ki yalnız hızıyla akıllara durgunluk veriyor. “Fasılayı Saltanat” dediğimiz bu devir; ölümden sonra dirilme, yeniden var oluş gibidir. Bütün o şehzadeler savaşından on sene sonra Çelebi Sultan Mehmet, eski devleti, hemen hemen eski sınırları içinde yeniden ayağa kaldırır. Bu süre içinde kardeşi Musa’nın kuşattığı İstanbul’u, oğlu Murat’ta kuşatır, Düşmanlarının seferlerini iki defa yok ederler. İstanbul’un Fatih tarafından fethi de Ankara’daki dağılışımızdan tam elli sene sonradır.
Yavuz Sultan Selim Mısır veya İran seferlerinden birinde bir gazelin ilk beytinde der ki; “Bu seferler, bu at koşturmalar boşuna değil! Biz gönülleri birleştirmek için perişan oluyoruz.” Bu söz Mustafa Kemal’in İstiklal Savaşı’nda Aznavurlara, Paraskevopuloslara karşı daima aynı imanla söylediği sözdür. Gönülden süzülen bu hazin sözle Ankara; tarihimizde ikinci defa ve iki seneden daha az bir süre içinde gönülleri birleştirdi. Tarihte hiçbir zaman, hiçbir millet bu kadar kısa bir süre içinde uyanmamış, bu kadar güzel bir gönül birliği gösterememiş, yaşama hakkını kazanamamıştır.
Henüz Acem’in kırmızı kadehleriyle çekik gözlerini, kırmızı gülleriyle yanık bülbüllerini, kırmızı şallarıyla servi boylarını öğrenmediğimiz senelerde, şiirimizde teşbih ve istiareler çocukça denilecek kadar saftı. İşte o zaman Osman Gazi; Söğüt yaylalarında bir türkü söylüyordu:
Gönül kerestesiyle bin,
Yenişehir-ü Bazar yap,
Zulm eyleme rençberlere,
Her ne ider isen var yap.
Eski Yenişehir bari,
İnegöl’e dek hep varı
Kırıp geçip ağyarı
Bursa’ya dek yık tekrar yap,
Çobanlık devrini hatırlatan bu sade, güzel istiare, bu manidar türkü bize bugün en doğru siyaset rehberidir. Anadolu’daki macerayı uzaktan yakından bazen sevinerek, bazen korka korka seyreden nice dikkatsiz ve düşüncesizler zannediyorlar ki eğer bu savaştan Yunan’a karşı silahlarımızın zaferiyle çıkarsak, Kırım ve Tselya, (orta Yunanistan’da Adalar Denizi’ne “Ege” sınırı olan bir bölge) zaferlerinden sonra olduğu gibi, devlet eski düzende bir daha dirilir, bir müddet daha keyif süreriz. Bu kişiler, ümitsiz olunca sonsuza kadar batacağımıza inanıp, iyimser olurlarsa, eski devletin eski düzende bir daha kurulacağını sanıyorlardı. Bu macerayı bu gözlerle seyredenler, beyaz görürken de siyah görürken de aldanıyorlardı. Bugünkü Anadolu’daki yaşananlardan habersizdiler
Siyaset Türk meselesini halletmek için yerinde sayarken, tabiat yürüdü. Yeni Türk devleti Millî Mücadeleyle eski saltanatın bünyesinde olan Türk toprağından on vilayeti kurtararak bir devlet kurdu. Bu devlet bugün tam manasıyla vardır, bağımsızdır. Avrupa’nın son düşünce sistemine göre, göğsünde hak ve halk karışmış ve temelleri Türk milletinin bağrındadır. Şimdiye kadar uzaktan yakından bütün gönülleri al bayrak altına toplayan bu devlet, savaş zamanında olduğu gibi, barıştan sonra da yeni bir hayata başlayacaktır.
Osmanlı tarihinde yapılan değişiklikler ve düzeltmeler; bir değil, on değil, bütün tarihimiz boyunca devam eden bir dizi yeniliklerdir. Özleyeceğimiz şeyler; eski saltanatın şanları, şerefleri, bayrakları, medeniyeti, musikisi, mimarisi, şiiridir. Tarihimize dikkatle bakınca görürüz ki üç asır önce Viyana’da mağlup olduktan sonra, geniş sınırlarımızı bir türlü koruyamadık. Düşman işgali gele gele Osmancığın mezarına, bu devletin kurulduğu ovaya kadar geldi. Bugün orada tekrar doğdu. Viyana mağlubiyetinden yirminci yüzyılın başlarına kadar, bazen savaşla, bazen siyasetle devletimizi korumaya çalıştık. Gördük ki ne silahlarımızla kazandığımız zaferler ne de Avrupalı dış işleri siyasetinin desteği bu derde deva değilmiş. Türk devletinin asıl sahibi olan Müslüman halkın hamuruyla tekrar yoğrulmadıkça tam bir sıhhate ve başarıya ulaşamayız. Osmancığın o eski türküsü, bugün bize en doğru siyaset rehberidir.
Kurt olup girme sürüye,
Aslan ol bakma geriye,
Çar edih hayli çeriye,
Dilgeçidi’ni hisar yap.
İznik şehrine hor bakma,
Sakarya su gibi akma,
İznikmid’i de al bıkma,
Her burcundan bir hisar yap.
Osman-Ertuğrul oğlusun,
Oğuz-Karahan neslisin,
Hakk’ın bir kemter kulusun,
İslambol’u aç gülzar yap.
Osman Gazi
“Yahya Kemal, bu imanlı günlerde bu milletin şahsiyetinin, gayretinin, birlik ve beraberlik içinde tek bir ses oluşunun görünen manzarası önünde, Türk Ordusu’nun kazanacağından emindir. İstiklal Savaşı çok uzun sürdü! Daha bitmeyecek mi? diyenlere; “Arslan gerilir de öyle atlar! Ve öyle muzaffer olur! Diye cevap verir. Yahya Kemal “Eğil Dağlar” kitabında; İstiklal Savaşı’nın başladığı ilk yıllarından itibaren yazdığı yazılarla bu ölüm kalım savaşının, hangi milli, tarihi, askeri ve politik sebeplerden dolayı, milletimizin zaferiyle sonuçlanacağını bilmiş, derin bilgi, sezgi ve düşünce senteziyle milletimizin idrakine, gönlüne sunmuş bir vatanperverdir. Bugünün gençleri, bu tarihi gerçekleri çok iyi bilmeli; üzerinde yaşadığımız coğrafyanın nasıl ve hangi fedakarlıklarla vatan olduğunu asla unutmamalıdır.
Vatanda korkulu rüya içindeyiz gerçek…
Fakat bu çok süremez, mutlaka şafak sökecek!
Ateş ve kanla boğar bir gün ordumuz lekeyi,
Bu insanoğluna bir kötülük olan mütarekeyi (işgali
Bu halk o gün kavuşur annemiz güzel vatana!
Çocuklarıyla nasıl sarmaşırsa yaslı ana,
O sarmaşışla yaşar hür ve bahtiyar ancak.
Bu gamlı günleri hiçbir zaman unutmayacak…
Kaynakça: Yahya Kemal Beyatlı, Eğil Dağlar, Devlet Kitapları, 1970, İstanbul.