Maksim Gorki, fırıncı çıraklığı yıllarında, Tolstoy’un bir hikâyesini okurken, öylesine kendinden geçer ki, acaba kâğıdın içinde büyülü bir şey mi var diye havaya kaldırır bakar. Tabii, beyaz sahife üzerinde siyah harflerden başka bir şey göremez. Fakat saf fırıncı çırağını ve bütün saf okuyucuları büyüleyen şey, o ak sahife üzerinde yazılı kara harflerden başka bir şey değildir. Harfler seslerin işaretidir. Kelimeler ise seslerden mürekkeptir. Yazılı veya sözlü işaretlerle, göz önünde bulunmayan her şeyi göz önüne getirebilir, ölüleri diriltebilir, ağaçları konuşturabilirsiniz. Bu büyü değil de nedir?

      Dile bu büyük gücü veren nedir? Hayat boyunca öğrenilen kelimeler, bizim hafızamızda, onların hayaliyle gözle görünmez bir dünya meydana getirirler. Bir yazar, kullandığı her kelimenin dış âlemde veya insan hayatında neyin karşılığı olduğunu bilmelidir. Şefkat, merhamet ve sevgi kelimeleri arasında, ince farklar vardır. Dil, onu konuşanların duygu, düşünce ve hayal dünyalarını tayin eder. Edebiyat dile dayanır. Bir şiirde, hikâyede, romanda, tiyatroda bize heyecan veren derin ulvi hisler vardır. Zihnimizde bir dünya oluşturan hayaller, tasvirler, varlıklarını, tesirlerini kelimelere borçludur. Anlatabilmenin güçlüğünü hissetmeyen yazar yoktur. Orhan Veli o güzel “Anlatamıyorum” şiirinde aynı dertten şikâyetçidir. Kafasında çok parlak hayaller olduğu halde şiir yazamadığından şikâyet eden ressam arkadaşına Mallarme; “Dostum şiir hayallerle değil, kelimelerle yazılır, der.

       Türkçemiz, hayallerimizi, hislerimizi ve en karmaşık düşüncelerimizi yazıya dökebilecek büyüye ve zenginliğe sahiptir. Altının kıymetini sarraf bilir. Yeter ki dilimizin inceliğini, gücünü, musikisini, tadını, lezzetini fark edip anlayabilelim. Yüz yıldır süren dil tartışmalarımızı, bu bakış açısıyla inceleyip, değerlendirmeye çalışacağız. Dilimizin, kültürümüzün ve tarihimizin bizden beklediği tek şey, biraz sevgi, biraz saygı, biraz insaf ve biraz merhamettir. Dilimize; gönlümüzle, ruhumuzla ve vicdanımızla yaklaşabilmek; geldiğimiz bu noktada, Türk aydınının milletine olan sevgisinin ispatı olacaktır.

       Millet olmanın ilk şartı, fertlerin ortak bir dile sahip olmalarıdır. Bir araya gelmenin lüzumlu olan bütün unsurları “milli dilin” içindedir. Bunlar tarih birliği, duygu birliği, gaye birliği ve ruh birliğidir. Milletin hayat görüşü, tabiatı ve hadiseleri mânâlandırışı dilin içinde saklıdır. Dil konusunda en çok yanılanlar dili tarihten, kültürden, toplumdan bir kelimeyle insandan ayıranlardır. Zekâsının keskinliği, ruhunun derinliği ve duygusunun inceliği; dildeki atasözlerinin, öz deyişlerin ifade çeşitliliğinin varlığında görülür. Onun içindir ki, millet ancak diliyle, dili sayesinde, dili olduğu için vardır.  Cumhuriyet döneminde dil tartışmaları; iki ana görüş arasında olmuştur.                

1) Özleşmeciler, öz Türkçeciler (Tasfiyeciler),    

2) Yaşayan Türkçeciler (ılımlılar)  

      Özleşmeci, öz Türkçeciler (tasfiyeciler): “Dilde ulusçuluk” akımının taraftarlarına göre: “Osmanlıca halkın dilinden kopuk, yapay bir dildi. Yeni Cumhuriyet bir ulus devletiydi ve otoritesini halktan alıyordu, o halde onun dilini kullanmalıydı. Bu akım önce “Yeni Osmanlıcılık”, “Dil Devrimi”, sonra da Öz Türkçecilik” olarak adlandırılmıştır. 1923’te hazırlanan “Türkçe Kanunu” teklifine göre; bütün okul kitapları yeniden hazırlanacak, bütün yayın organları yeni Türkçe kurallara uygunluğuaçısından denetime tabi tutulacaktı. 1950’lerde başlayıp, 1960 ve 1970’lerde uç noktaya varan özleştirmecilik anlayışı, her yabancı kelimenin Türkçeleştirilmesine yani tasfiyesine karar vermişti.  

      Tasfiyeciler, dili yüzde yüz yabancı kelimelerden arındırmaya uğraşmadıklarını; yerine tutunan bir Türkçesi olmadıkça, hiçbir yabancı kelimenin dilden atılamayacağını ileri sürmüşler, ancak “netice, izah, bahis, metot, etüt, mânâ, vasıta” gibi kelimeleri kullanmamak gerektiğini söylemişlerdir. Özleşmeyle, tasfiye arasına ince bir çizgi çekmiş gibi görünse de Türkçesi olan kelimelerin kullanılmamasını istemek, aslında diğer kelimelerin tasfiye edilmesi anlamına gelmektedir

      Yaşayan Türkçeciler (Ilımlılar); Geniş kapsamlı dil tartışmaları, Tanzimat Dönemi’nde yapılmaya başlamıştır. Şinasi ve diğer Tanzimat aydınları; “özleşme” değil resmi dil ve gazete dilinde “sadeleşmeden” yanadırlar. 1911’de Türk Yurdu Dergisi’nde” dil sade olacaktır, çetin konular bile kolay ifade edilmelidir”, şeklinde yazılar yayınlanır. Namık Kemal’de; “dil ve edebiyat iyileştirilmelidir. İlmi gelişme işlenmiş bir dille olabilir” demektedir.  Ömer Seyfettin’in öncülük ettiği daha geniş bir taraftarı olan bu gurup da “dil doğal seyrinde gelişmelidir, her gelişmiş ve ileri kültür dili gibi Türkçenin de yüzde yüz saf olmasına imkân yoktur. İhtiyaç halinde heves ve özentiye kaçmadan başka dillerle kelime alışverişinde bulunmanın gayet tabii olduğunu, ancak Türkçe karşılığı bulunan yabancı kelimelerin elemeye tabi tutulmaması gerektiği” görüşünü paylaşırlar.  

      Yahya Kemal, Ömer Seyfettin, Peyami Safa, Mehmet Kaplan, Tahsin Banguoğlu, Necmettin Hacıeminoğlu, Faruk K. Timurtaş, Kubbealtı Akademi Mecmuası öz Türkçeciliğe karşı çıkmışlardır. Mehmet Kaplan; “Yabancı dilleri öğrenmek için zahmete katlanıyoruz, her kültürlü Türk Fuzuli, Baki, Nedim, Şeyh Galip’i tadını, mânasını kaybeden tercümelerinden değil, aslından okumalıdır. Atalarımızın eserlerini anlamak için emek sarf etmeliyiz. Öz Türkçe kullananların hemen hepsi tarihe ve dine karşı cephe almış, kendi uydurma dünyaları içinde yaşayan, ütopist solcu ve aşırı solculardır” der.

       Her dil gibi Türkçe’de çeşitli dillerden kelime almış ve onlara kelime vermiştir. Bir dilde yeni kelimeler dilin bünyesine uygun; ses, şekil ve anlamca doğru olarak türetilmelidir. Mesela, akıl, aşk, bülbül, eser, hasta, hastane, hatır, kira, kiracı, kitap, kültür, mantı, sınır gibi sözler dilin potasında eritilip Türkçeye kazandırıldığı ve Türkçe’nin gelişmesini de engellemediği için, bu kelimeleri dilden atmak Türkçeye hiçbir şey kazandırmaz. Aksine hesap edilemeyecek zararlar verir.

      “Akıl” kelimesi Türkçeye Arapçadan geçmiştir. Ancak bu kelimeden yirmi kadar deyim üretmişiz. “Akıl almak, akıl almamak, akıl dağıtmak, akıl defteri, akıl dışı, akıl erdirememek, akıl hocası, akıl işletmek, akıl kârı, aklı kesmek, akıl öğretmek, akıl satmak, akıl sır ermemek, akıl vermek, akılda bulundurmak, akıldan çıkmamak, akılla ölçmek, akıllara durgunluk vermek” gibi. Türkiye’de bu deyimleri bilmeyen bir Türk hayal edilemez. Şimdi akıl kelimesi Arapçadır diye onu dilden çıkarmak, Türkçe’dir diye ölü “us” kelimesini diriltmeye çalışmak “akıl kârı” mıdır? Böyle bir davranış ilme, milli kültüre sığar mı? Konuşulan ve yazılan Türkçe, binlerce yılın mahsulüdür. Akıl kelimesinin kullanıldığı kim bilir kaç bin, kaç yüz bin cümle vardır. “Us” kelimesini kabul edersek, onların hepsini “us”a çevirmemiz gerekecek. Türkçemiz bundan ne kadar zarar görecek hiç düşündük mü? 

       Alman düşünce adamı Humboldt; “Değişen sosyal düzen ve kültürle birlikte dilin de değişebileceğini” söyler. Mehmet Kaplan da “Dil, belli bir devirde yaşanan kültür ve medeniyetin aynasıdır. Ancak bu değişme doğal olmalıdır” der. 1980’lerden sonra halkın kabul edip kullandığı; “alt yapı, canlı yayın, beyaz eşya, bilgi toplumu, çevrecilik, derin dondurucu, devlet sanatçısı, doğal gaz, duygu sömürüsü, düş kırıklığı, gürültü kirliliği, posta kodu, toplu taşıma” kelimeleri bu anlayışın ürünüdür. N. Hacıeminoğlu da “Biz yeni kelimelerin ve özleştirmenin değil, aşırılığın ve uydurmacılığın karşısındayız,” der.  

       Bir dilde yeni kelimeler yapmak için en çok başvurulan yollardan biri kelime türetmektir. Bu yapılırken iki yol benimsenmiştir. Birincisi dilin kelime türetme şartlarına uygun hareket etmek; diğeri yazı dilinde unutulmuş veya işlek olmayan ekler veya uydurulan eklerle kelime türetmek.  Dilde kuralsızlık ve yöntemsizliği temel prensip olarak kabul edip, sonra da kelimelerin tutunma şansına dayanıp, bunun savunmasını yapmak bilimsel anlayışa ters düşmektedir.

      1960’tan sonra dil tartışmaları iyice artmış, bir noktada uzlaşmak mümkün olmamıştır. Türkçemize tabii olmayan yollarla müdahaleler devam etmiştir. Yazı dilinde işlek olmayan ekler veya uydurma eklerle pek çok kelime türetilmiştir. Köklerle ekler birleştirilip kelimeler üretilirken, kök ile ek arasındaki ses bağlantısı, şekil yapısı, anlam-görev uyuşması, dilin yapı ve işleyiş ölçülerine sıkı sıkıya bağlı kalınmamıştır. Yaşayan dilde -ıntı eki bir fiilden “küçüklük, bozukluk, sevimsizlik” anlamında, akıntı, kırıntı, süprüntü, döküntü, tiksinti” gibi kelimeler türetirken, hayat gibi, yaşayan varlıklar için kutsal bir değeri olan kavramın karşılanmasında “yaşantı”, hayal yerine imge, azaltmak yerine indirgemek; düşünce, fikir yerine düşün, eser, kitap yerine yapıt, ruhî yerine tinsel, bağlantı yerine bağıntı gibi garip örnekler “Devrimci görüş, kuralların tutsağı olmaz” ilkesine bağlanmıştır. Kuralsızlığı kural haline getirip “ya tutarsa” düşüncesiyle işi şansa bırakmak, dilimizde yozlaşmayı hızlandırmış, toplumda ve kişiler arasında tehlikeli bölünmelere sebep olmuştur.

       Kökü Türkçe olmayan bir sözü dilden atma “arı Türkçecilik” anlayışı dilin sosyal gerçekliğiyle bağdaştırılamaz. Kalpsiz, merhametsiz, yüreksiz veya korkak ile akıllı ve uslu aynı şey değildir. Terbiyeli çocuk yerine uslu çocuk, terbiyeli çorba, uslu çorba olamıyor. Kalp kırmak yerine, yürek kırmak denilebilir mi?  Sebep yerine kullanılan nedende de aynı durum söz konusudur. Konuşmak istemesinin sebebi ile inanmamın sebebi, yağmur yağmasının nedeni aynı şeyler değildir. İki ayrı kavramı dile getirmektedir. Neden kelimesinin ayrıca vesile ve münasebet kelimeleri yerine kullanıldığı görülüyor.

      Dilin anlam inceliklerini birbirlerinden hakkıyla ayırmazsak ifade imkânlarının fakirleşmesine sebep oluruz. Sözün düşünceye uygunluğunu, dil-kültür ilişkisini göz ardı etmemeliyiz. Aynı ilişki kuşku ile şüphe arasında da vardır. Birini kullanırken, diğerini yok saymak doğru değildir. Kuşku itimatsızlık, kötü niyet, şüphe ise iki şeyi birbirine karıştırmak, belirsizlik anlamındadır. Yakın anlamlı bu iki kelimenin sözlüğümüzde bulunması dilimiz için bir zenginliktir.  Sözü asıl anlamından ayrı düşünmek, dil-kültür ilişkisini göz ardı etmek doğru değildir

       Türkçemizi bozan ve yozlaştıran ekler: “Sel-sal” ekleri: Prof. Dr. Muharrem Ergin’e göre; sıfat olarak kullanılan “uysal” ve bir yer adı olarak kullanılan “kumsal” dışında Türkçede “sal-sel” kullanmak hatalıdır.  “Ulu-sal veya ulus-al”dan “ulusal” kelimesi türetilmiştir. “Al-el” eki Fransızca’dan Türkçeye girmiştir. Her iki şekilde de dilimize uygun değildir. Tarihî, askerî, siyasî, zihnî, kutsî, ahlâkî gibi yüzlerce kelimenin sonuna gelerek aitlik eklerinin yerini alan bu ekler, İsimlere, sıfatlara, fiillere ve dilimizde kullanılan yabancı kelimelere gelebilmektedir. 

      “Açısal, biçimsel, bireysel, tarihsel, kurumsal, yapısal, bölgesel, parasal, kırsal, gizemsel, bilimsel, bitkisel, köysel, kentsel, otomobilsel, cinsel, düşsel, edimsel, evrensel, evsel, eylemsel, imgesel, kimyasal, kuramsal, nedensel, niceliksel, niteliksel, onursal, ulusal, ussal, yaşamsal, yazınsal, yönetimsel, yüzeysel, sorunsal, duygusal, geleneksel gibi isimlere ve sıfatlara; görsel, işitsel, eğitsel, yönetsel, düşünsel gibi fiillere, siyasal, matematiksel, fiziksel gibi birçok yabancı kelimeye gelebilen bu eklerle yüzlerce kelime türetilmiştir. “Sel-sal” ekleriyle türetilen kelime sayısı belirsizdir. Türkçemiz için “Korona” virüsünden daha tehlikeli olan bu ekler, farklılıkları ve anlam inceliklerini ortadan kaldırmış, Türkçemizi, durağan bir dil haline getirmiştir. Monoton ses tekrarlarıyla dilimizin musikisini ve estetiğini yok etmiştir.

      Türkçemizde, dört tane yardımcı fiil vardır. Bunlar, “etmek, eylemek, olmak ve kılmak” tır. Dua etmek, niyaz eylemek, adam olmak, namaz kılmakta olduğu gibi isimlere getirilir. Bugünlerde, cümleleri iki çekimli fiili art arda getirerek bitirmeye başladık. “Yapıyor olacağım, gidiyor olacağım, hazırlıyor olacağım” gibi. Bu konuşma biçimi, bir dikkatsizlikten çok, dilimize, dilbilgisi kurallarına yapılan bir saygısızlıktır.

       Fransızca ve İtalyanca, Latince kökenli dillerdir. 1635’te kurulan Fransız Dil Akademisi, kendisini şöyle tanımlar: “Akademinin temel görevi; Fransızcayı, sanat ve bilim alanında eserler verebilecek güce ve kuvvete ulaştırabilmek için titizlikle çalışmak ve kendi kurallarını koymaktır. Bu amaçla söz sanatları ve şiiri de içine alan bir sözlük ve dilbilgisi kitabı çıkarıp, yazım kurallarını herkese uygulayacak şekilde geliştirecektir.” Akademi, Fransızcaya giren bütün kelimeleri, ekleri ve kökleriyle hassas bir elemeden geçirmiş, bir kuyumcu titizliğiyle işlemiştir. Dünyanın en zengin ve en kibar dili

      böylece ortaya çıkmıştır. On dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar Avrupa’nın en gelişmiş dili Fransızca’dır.

       Victor Hugo’nun, Balzac’ın bir romanını bugün bir Fransız öğrenci okuyup anlayabilir.  16. yüzyılda yaşamış olan Şekspir’in (Shakespeare) kullandığı bütün kelime kadrosunun hemen hemen tamamı bugünkü İngilizcede kullanılmaktadır. Dört asır içinde İngilizceye o kadar çok kelime katılmıştır ki, bugünkü İngilizce sözlük, Şekspir’ın sözlüğünden daha çok kelimeye sahiptir. Dilin gelişmesi, dildeki kelimelerin atılmasıyla değil, kelime kadrosunun devamlı zenginleşmesiyle ölçülür. Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun; “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”nde bulunan 155 kelimenin “Söylev” adıyla 79’u değiştirilmiştir. Aziz’in karşılığı sevgili midir? Hazinenin karşılığı kaynak değildir. Evlat gençlik olabilir mi? Bilfiil ve mahiyet atılmış, yerine hiçbir şey konmamıştır. Özbeöz Türkçe olan dahi kelimesini yabancı zannedip bile ile değiştirmişlerdir. Tasfiyecilik Türk dünyasıyla da aramızdaki bağı koparmıştır” der.

      1967 yılında Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş yazdığı bir yazıda iflas yerine batkı, / senet yerine belgit, / şelale yerine çavlan, / akademi yerine bilimtay, / engel yerine gerelti, / seciye yerine / ira, manevi yerine içlek, / makam yerine orun, / niyet yerine yasan, / vasiyet yerine tutsa kelimelerinin getirilmesini eleştirir. Falih Rıfkı Atay da vicdan yerine bulunç, / casus yerine çaşıt, / ima etmek yerine imlemek, / memur yerine işyar, / daima yerine kalımlı, / muhalif yerine karşıcıl, / lütuf yerine kayra, / iktisadi yerine tutumsal, / adil yerine türesel kelimelerinin getirilmesine karşı çıkar

       1966’da Çemberlitaş’ta Türk Dilini Koruma ve Geliştirme Cemiyeti kurulur. N. Sami Banarlı, Samiha Ayverdi, Mümtaz Turhan, N. Hacıeminoğlu, Ahmet Kabaklı, Tarık Buğra, A. Nihat Asya, M. Çınarlı, M. Kaplan gibi aydınlar, Türkçenin tabi gelişmesini engelleyen kelime ırkçılığını, tasfiyeciliği ve her türlü zorlama ve baskıyı durdurmak amacıyla çalışmalara başlarlar. Allah, minare, namaz, oruç, vatan, millet, hürriyet, istiklal, ateş, zekâ, kalem, kitap, mektup, ilim, sanat, eser, roman, tiyatro, hikâye, fıkra, şehir, köy, sokak, hayat, ömür, zaman, asır, saat, hava, hayat, ölüm, vicdan, cesaret, dakika, masal gibi Türkçeye yerleşmiş ve millileşmiş, kelimelerin dilde korunması, bununla birlikte dilin kelime türetme şartlarına uyulduğu müddetçe, dil inkılabı ile mevcut terimlerin Türkçeleştirilmesini desteklediklerini belirtmişlerdir

      Cemil Meriç, dil için, şöyle söylemektedir: “İmanın son kalesi, imanın ve haysiyetin. Bu kavgayı kaybettik mi yokuz. Dilimizdeki (mücerred) soyut kelimelerin çoğu Arapçadan geliyor. Arapça asırlardır tefekkür dilimiz olmuş. Batıdaki Latince gibi… Üstelik mukaddes kitabımızın dili. Bugün her Arapça kelime yerine Türkçe bir kelime koymak isteyenler, düşünmüyorlar mı ki bizim için din, mezhep, iman, namus, hamiyet, ismet, gayret gibi sıfatların cümlesinden vazgeçmedikçe bu mümkün olamaz.  Kamus (sözlük) bir milletin hazinesi, yani kendisi, heyecanı; hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el, namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiş; kamusa…”

       Türkçe’nin tarihi gelişimine bakınca görürüz ki; Türkçemizin şahlanışı, 13. Yüzyıl’da Yunus Emre ile olmuştur. Yunus Emre Türkçesi, ortak medeniyet dillerinden Türkçeleştirilmiş kelimelerle ortaya çıkan, zengin bir Türk dilidir. Arapça ve Farsça olan tasavvuf terimleri ve sözleri Yunus’un dilinde Türkçeleşmiştir:

    Beni bende demen bende değilem,

   Bir ben vardır bende, benden içerü.

      Bu Türkçe anlayışında ne zararlı kelime ırkçılıkları ne de millete zorla kabul ettirilmek istenen “uydurma” sözler vardır.  Kendileriyle medeni alışverişler yapılan başka milletlerin dillerinden alınmış kelimeleri, Türkçe’nin sesine, mimarisine, estetiğine göre söylemiştir. 15. Yüzyıl’da Hacı Bayram-ı Velî de bir zikir neşesiyle söylediği “N’oldu Bu Gönlüm” ilahisinde, Türkçemizi bir musiki dili haline getirmiştir.

    N’oldu bu gönlüm n’oldu bu gönlüm

    Derd ü gamınla doldu bu gönlüm.

  Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm,

   Yanmada derman buldu bu gönlüm.

   ………………

   Bayramı imdi Bayramı imdi,

   Bayram edersin yar ile şimdi.

  Hamd ü senalar, hamd ü senalar,

  Yar ile bayram, kıldı bu gönlüm.

       Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Lise 1’ler için yazdığı edebiyat kitabında, kimi yerde his, tenkit, şahıs, hakikat, bazı yerlerde de duygu, kişi, eleştiri, gerçek kelimelerini kullanır.  Fikir, düşünce, arzu, istek, benzetme, teşbih gibi hem yeni hem eski şekilleriyle birlikte bildiri, ürün, acımasız, yansıtmak, gerçek, gerçekçi, sorumlu, oluşmak, içgüdü, önem, konu, okul, terim, açıklama, akım, ayrıntı, başarı, denge, gelenek, genel, inceleme, karmaşık, kavram, kesim, üretim, özellik, yazar, yetinmek, tartışma kelimelerini de kullanarak öğrencilerin eski ve yeni kelimeleri bir arada öğrenmesini; onlarda yüksek bir dil bilincinin gelişmesini istemiştir.

       Bugün ister acınalım ister sevinelim Osmanlıcayı Fuzuli, Baki, Nedim, Nefi, Şeyh Galip gibi, gerçekten büyük şairlerin divanlarını ve okunması gereken yüzlerce eseri anlayanların sayısı, son derece azalmıştır. Bu bir dil meselesi değil, bir kültür meselesidir. Mazinin olduğu gibi devam ettirilip tekrar edilmesi imkânsızdır. Tarihin başlıca vasfı değişmedir. Fakat milli birlik duygusunun yaşaması için yetişen her neslin kültür yoluyla, milli tarihin içinden geçmesi gerekir. Eski harfler ve Osmanlıcaya dönüş mümkün olmadığına göre tutulacak yol, maziye ait eserleri dikkatli ve itinalı bir şekilde bugünün ortak diline çevirmektir. Kendi milletinin nerelerden geldiğini, neler okuduğunu, neler düşündüğünü bilen yeni nesiller, bugünü ve yarını daha iyi anlayacaklardır.

        Türk dilinin öğretiminde takip edilecek yol; dilin tüm söz varlığını eski, yeni, alıntı, öz hepsi dâhil olmak üzere bütünüyle öğretmektir. Kelimeleri eski karşılıklarıyla birlikte, yaşayan ve yarışan örnekler olarak değerlendirirken, bu durum bir yarış değil zenginlik olarak görülmelidir. Kelime ölümü yaşanmaması için kullanım sıklığı azalan kelimelerin yeniden canlandırılması konusunda tedbirler alınmalıdır. Bununla birlikte aşırı özleştirmeci ve tasfiyeci davranışların Türkçemizi fakirleştirip, nesiller arası uçurumu derinleştirdiği bilinmelidir. Türkçemiz, yeryüzünde iki yüz elli milyon Türk’ün kullandığı “ortak bir dil” olmuştur. Türkçeyi sevmek, Türkçe’nin gücünü göstermek ve bütünlüğünü korumak hepimizin görevi olmalıdır. Bütün dil tartışmalarını bitirecek bir “Türk Dil Akademisi’ni” kurmanın zamanı gelmiş, geç bile kalınmıştır.      

Faydalanılan Eserler:  

Prof. Dr. Mehmet Kaplan, “Kültür ve Dil”, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1982.  

Nihat Sami Banarlı, “Türkçenin Sırları”, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 1975.            

Prof. Dr. N. Hacıeminoğlu, “Türkçenin Karanlık Günleri”, İrfan Yayınevi, İstanbul, 1977.  

Prof. Dr. Ahmet Sevgi, “Türkçenin Acı Günleri”, Palet Yayınları, Konya, 2020.

Peyami Safa, “Osmanlıca Türkçe Uydurmaca”, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1976.  

Doç. Dr. Yasemin Özcan Gönülal, Cumhuriyet Dönemi Dil Tarih Türk Dili Eğitimi Yansımaları, (yayınlanmamış doktora tezi), Dokuz Eylül Üniversitesi, Eğitim Bilimler Enstitüsü, İzmir, 2012.
 


 


28.08.2025 13:25:00

ŞABAN KUMCU

SEL” GİDER KUM KALIR

SEL” GİDER KUM KALIR