Bugün sizlere filmlere konu olacak yaşanmış bir hikaye ile merhaba demek istedim. Yıl 1968... Yer Aksaray’ın Ortaköy ilçesine bağlı, bozkırın bağrına yaslanmış bir Anadolu köyü: Çatin. O yörenin en eski köyü o zaman Niğde iline bağlı bir köyü.Henüz ilkokula gidiyorum. Hayat, fakirlik ile kanaatkârlığın iç içe geçtiği, yoklukta varlığın bulunduğu yıllar… Biz kıt kanaat geçinirken bile mahallenin kalburüstü ailelerinden sayılırdık.Odamız vardı mahalle orada toplanırdı hayat her gün oradan çekillenirdi. Ama bu yaşanmış hikâye ne para pulla, ne de maddi varlıkla ilgili. Bu hikâye, yürekle yazılmış; gözyaşıyla mühürlenmiş bir sadakat öyküsü...
Dedem Hüseyin Avcı, namıdiğer “Usta Hüseyin”, duvar ustasıydı. Taşla toprağı konuşturan, emekle yoğrulmuş ellerin ustası… Onun hayatı, yontulmuş taşlar gibi sert ama bir o kadar da şekilliydi. Herkesin saygı duyduğu, sözü yere düşmeyen bir adamdı. Köyümüzde dedeme saygı duymayan bir kişi yoktu. Lakin onu asıl tamamlayan, onun bir parçası hâline gelen kendi eliyle yetiştirdiği hayvan dostu vardı: Adı ÇÖNTÜ olan karabaş bir köpek.
Dedem ÇÖNTÜ’yü çok severdi. Günlerce gelmediği zaman Çöntü Dedemi çok özlerdi Dedemde onu özlerdi. Günler sonra eve geldiğinde ilk işi o dostla ilgilenir, sever, şakalaşır ve gönlünü alırdı. O köpek sadece bir hayvan değil, adeta can yoldaşıydı. Gelin görün ki bazen hayat, insanı sevdiklerinden koparır. Bizim köyün yakınında Ortaköy’e bağlı Durhasanlı köyü vardı.O köyünden, bizim köyde okumaya gelen Yaşar Şen (Hoca), dedemin hatırını kıramayacağını bildiği için bir gün ÇÖNTÜ’yü istemiş. Dedem olmaz falan dese de Yaşar Hoca çok ısrar etmiş, “hatır için çiğ tavuk yenir” diyerek ne yazık kı sevdiği dostunu vermiş. O an belki sesi çıkaramamış ama kalbi sessizce “gitme” diye feryat etmiştir.
ÇÖNTÜ, yedi ay boyunca Durhasanlı köyünde kaldı. Ama ne gönlü kalmış, ne neşesi. Her gün Çatin köyünün istikametine dönüp gözlerinden yaş süzülürmüş. “Köpek bile sevdiğini unutmuyor” dedirten cinsten bir hasretin içinde erimiş gitmiş. Ta ki bir gün dedem, erik satmak için Durhasanlı köyüne gidene kadar...
Dedem, Yaşar Hoca’nın evinin yanından geçerken, ÇÖNTÜ dedemin kokusunu almış, zinciri kırmış, önüne geçmiş ve ön ayaklarını dedemin omzuna atmış. Ne dedem konuşabilmiş, ne köpek... İkisinin de gözünden yaşlar süyüm süyüm akmış. Kelimeler susmuş, gözyaşları konuşmuş. Dedem zinciri tuttuğu gibi, "Ben bu köpeği götürüyorum," demiş. Yaşar Hoca'nın dili tutulmuş bir lafa kâdir olamamış, çünkü bazı duyguların karşısında kelimeler kifayetsiz kalır.
ÇÖNTÜ, tekrar döndü evimize herkes mutlu oldu herkes sevindi… Lakin dedem o olaydan sonra uzun süre yaşamadı yaklaşık 6 yıl yaşadı. Belki de yüreğinde kalan o sızı, ömrünü kemirdi. Dedem öldüğünde, ÇÖNTÜ yedi gün boyunca onun mezarının başından ayrılmadı. Ne yemek yedi, ne su içti. Yedinci gün orada, dedemin yanında, o mezarın başında can verdi.
İşte sadakat böyle bir şeydir. İnsan unutur, hayvan unutmaz. Dilin söyleyemediğini bazen bir çift göz anlatır. ÇÖNTÜ' nün sevgisi, çıkarın, menfaatin, lafın ötesindeydi. Onun dostluğu öyle içtendi ki, insanı utandırırdı.
Ne demiş atalar:
"Sadık dost, kara günde belli olur."
"İnsan insanın aynasıdır; ama bazen bir hayvan, insana insanlığı hatırlatır."
Biz ÇÖNTÜ’ den sadakati, sevgiyi ve vefayı öğrendik. Onun hikâyesi, sadece bir köpeğin değil; bir çocuğun hafızasında kalan, bir dedenin yüreğinde yaşanan ve bir mezarın başında son bulan gerçek bir dostluğun hikâyesidir.
Ve ben, yedi yaşında bir çocukken, bu hikâyenin tam ortasındaydım.
Şimdi bakıyorum da en yakınından bile bu sadakati göremiyorsun. Allah bizleri sadık kullarıyla karşılaştırsın